Bir Erken Baskının Öyküsü
Osmanlı'ya ilk matbaa makinesi İbrahim Müteferrika tarafından getirilmiştir diye
biliyorsanız fena halde yanılıyorsunuz. Bu makale son derece ilginç tarihsel
gerçekleri yüzünüze çarpacak!
Göktürk'ün 1994 yılında kaleme aldığı bu makale, son derece lezzetli anlatımı ve
yüksek düzeyli mizahi yaklaşımıyla sizi ekran başına çivileyecek. Herkes Osmanlıya matbaanın İbrahim Müteferrika ile geldiğini, epey de geç
kaldığını (200 yıl kadar) iddia eder. Bu doğru değildir. İlk baskı aracı
IV.Murat'ın (hayır hiç de sandığınız gibi değil, ayıkken) verdiği bir kararla,
özel bir ticari elçi yollamak suretiyle ısmarlandı. 1639 yılında IV.Murat'ın
emriyle Amsterdam'a varan Bünyamin Efendi (aslında Frenk asıllı bir
dönme olup, asıl adı Benjamin'dir ve müslümanlığı kabul ettikten sonra
bu adı almıştır) tamtamına 1000 altın sayarak, çağın en iyi matbaa
makinasını satın aldı, bir gemiye yükledi ve birlikte yola çıktı.
Osmanlı topraklarına vardığında sorunlar almış yürümüştü. Acemler ve
Girit sorunu büyüyordu. Bir yıl sonra IV.Murat öldü ve yerine
İbrahim padişah oldu. İbrahim için sabit fikir haline gelen ve
kalyonlarımızın Ege'de sağsalim dolanmaları için stratejik öneme haiz
`Girit'in alınması' için girişimler bu günlerde başladı. Ancak bildiğiniz üzere
İbrahim'in ömrü (biraz zorlama ile) vefa etmeyecek, yerine geçen
IV. Muhammed padişah oluşundan tam 21 yıl sonra Girit'in fethini görecektir.
Ancak anlatımızın Girit ile bir alakası yok. Biz matbaa makinasına bakalım.
Bir Willem Janson Blaev imali olan (ancak bu zat 1638 yılında hakkın
rahmetine kavuştuğundan 1000 altının hayrını iş ortağı eski çırağı Vladev'in
gördüğü) bu baskı makinası beklentilerinizin aksine demir değil ahşaptı.
Daha çok bir işkence aletine benziyordu. Bundan dolayı ne gemiye
yüklenirken, ne indirilirken, ne de ambarda hiç dikkat çekmemişti.
IV.Murat'in takipçisi Sultan İbrahim o günlerde artan iç huzursuzluklar için
bir neden bulmaya çalışıyor ve bunları nasıl önleyeceğine dair
(biraz da çılgınca) varsayımlarda bulunuyordu. Matbaa makinası hakkında
kendisinden (en uygun anında) buyruk istendiğinde eritilmesini! emir
buyurdu. Kimse kalkıp `makinanın ahşap olduğunu' tabii ki söylemedi.
Ne farkedecekti ki, ha eritme ha yakma aynı sonuç. Dolayısı ile makina
sarayın demircibaşısına teslim edildi, ve yakılması emredildi. Demircibaşı
pek ilkel bulduğu, ahşap oluşu dolayısıyle acaip aşağıladığı bu aleti yakmadı,
daha doğrusu yakamadı. Ticaret erbabı bir yahudi, nereden duymuşsa
duymuş makinadan haberdar olmuş, 3 altına almak istemişti. 3 altın
demircinin aylık kazancına yaklaşık eşit olduğundan demirci biraz
düşünerek de olsa kabul etti. Yahudi (genetik özelliklerinden ötürü olsa
gerek) hiç zorlanmadan makinayı 50 altına bir Cenevizli tüccara sattı.
Ve Ceneviz ticaret gemisi yola çıktı. O sıralar ticari bağlar dolayısı ile
Cenevizli ile Osmanlının arası iyi idi (Osmanlının malları taşındığı sürece).
Böylece gemi bir hasara uğramadan İspanya'ya vasıl oldu.
Burada indirilmesi gerekilen baskı makinası, ambarda unutuldu.
Bunun belki de nedeni gemi ahşabı ile oluşturduğu görüntüsel uyum idi.
Nedeni her ne idiyse, sonuçta makina gemide kaldı ve yeni kıtaya
(o zamanlar gerçekten de yeni keşfedilmiş) Amerika'ya doğru yola çıktı.
Uzun, eziyetli ve hastalıklarla dolu bir yolculuktan sonra, tayfalarının
2/3'ü vebadan kırılmış gemi önce Buones Aries'e vardı. Evet, beyler
bu kent o günlerde de vardı, ve kolonizmin en acımasız kurallarının
işlediği bir ticaret (daha doğrusu sömürgenin sevkiyat) limanı idi.
Buradan mal yükleyen gemi bu kez, İspanyanın diğer bir sömürgesi
olan Şili'ye doğru yola çıktı. Magellan boğazından geçti, ve `
Archipielago de la Reina Adelaide' ye girdi.
Adından da anlaşılacağı üzere bir sürü takım adadan oluşan bu bölgeden
geçerken bir ambar denetiminde ikinci süvari tarafından fark edildi, bizim
baskı makinası. Ve kaptanın emri ile lüzumsuz yükten kurtulmak amacı ile
takım adaların arasında orta halli bir ada olan `I Manuel Rodriguez' adasının
koyunda erzak yükleme sırasında `Fortunata' gemisinin güvertesinden üç
tayfanın oflama puflama ve ıkınmaları ile denize atıldı. Evet, denize atıldı
ama bilin bakalım ne oldu? Ahşap olan matbaa makinası bata çıka suların
üzerinde kaldı ve (tüm gemi enkazlarının ahşap parçalarına da olduğu gibi)
sonunda sahile vurdu, yanında bir sandık dolusu hurufat ile birlikte. Yıl 1641.
Bu ada ilginç bir ada idi. Kimsenin dikkatini fazla çekmiyordu ve adanın
İspanyol bir valisi vardı. Vali demeye insanın dili pek varmıyor, bizim
deyimimizle bir tür `yalova kaymakamı'. Kraliçeye olan bilmemkaçıncı
göbekten akrabalığı dolayısıyle kimsenin harcayamadığı ama elden
geldiğince zararsız bölgelerde tutulmaya çalışılan biraz anlama özürlü bir
`vali'. Aslında `Juan Goytisolo' için `anlama özürlü' demek belki biraz
haksızlıktı.
Doğrusu onun çağının adamı olmadığı idi. O biraz filozof, biraz politikacı,
pek az asker, çokça da şairdi. Aslında günümüz kavramlarında
bir `liberal' idi. Yani `Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler' ci.
Bu kişiliğin yönetimindeki, yaklaşık 1000 km2 lik İspanyol ada kolonisi bazı
hoş olayların da etkisi ile tarihi biraz önceden yaşamaya başladı. Örneğin
özgürlük hareketleri Şili'de 1655, 1723 ve 1766 yıllarındaki savaşlardan
sonra ancak 19yy'ın başında sonuç verirken, bizim küçük adamızda çok
daha önce sözü edilir oldu. Ancak, ada yönetiminin yumuşak tutumundan,
gözlerden biraz ırak olunduğu ve tehlikesinin pek farkında olunmayan
girişimlerden oluştuğu için bu eylemler, akılcı bir zeminde, anlatacağım
üzere kan man dökülmeden gelişti.
Herşey Jose Martinez'in, yani eski papaz yeni berberin, dükkanında
herzamanki gibi birşeylere kızıp, sinirini yenemeyip sakinleşmek amacı ile
sahile, o küçük koya indiği gün başladı. Sinirli ve eleştirisel bir tabiatı vardı
Jose Martinez'in. Zaten bundan dolayı da (kibarca) papazlıktan el
çektirilmişti. Aslında sorun `tanrının nimetlerini kullarına eşit dağıttığı' gibi
bir inancının olmasından kaynaklanıyordu. Jose Martinez'in yorumuna
göre tanrı nimetleri ortaya bırakmış, ancak bencil insanoğlu şeytanın da
aldatısına uyarak hep ihtiyacından fazlasına el uzatmıştı. Bu bir dengesizlik
yaratmış, fakir daha fakir zengin daha zengin olmuştu. Jose Martinez'e
göre bir insan ne kadar zenginse o kadar tanrıdan uzaklaşmıştı. Ancak
kendisini püritanlardan ayıran temel özellik Martinez'in bunun tersine de
karşı çıkması idi. Yani hakkı alınan fakir kişiler sessiz kalmak ile tanrının
kendilerine sunduğu nimeti beğenmemekte, uğruna savaşılmaya değer
bulmamakta, tanrıya hakaret etmekte idiler. Gerçek hıristiyan, fazla malı
varsa ortaya vermeli, az malı va
rsa ortadan ihtiyacı kadar almalı idi.
Bu belki `naive' bulduğunuz yorum çok sonraları 1950 li yıllarda musevi
komünistler arasında yaygınlık kazanmış ve böylece `kibutz' lar oluşmuştu.
Jose Martinez anlıyacağınız üzere kendisine bahşedilmiş herşeyi kullanmayı
tanrıya ibadet sayıyordu. Dolayısı ile çok canlı, konuşkan, heyecanlı ve
hepsinden öte çok girişken bir kişi idi. 1641 yılının o yaz günü ufak
çırpıntılarla koyun içinde gidip gelen denizin kıyısında (her zaman yaptığı
gibi) hızlı hızlı ezinirken o garip ahşap masaya benzer şeyi gördü.
Yakınına gidip inceledi ve ne olduğunu anlayamadı. Tepeden tırnağa
bir ürperdi: `engizisyon' diye düşündü. Sandığı algıladığı zaman ise
nekadar vakit geçtiğini farketti. Güneş batıyordu. Sandığa yaklaştı,
kilit yoktu, yerine bir demir nal geçirilmişti, nalı çıkardı, sandığı açtı.
İçinde birsürü ahşap süslü şekil ve harf çıktı. Aslında ters olduklarını
anlaması biraz sürdü. Bunda `V', `E' gibi harflerin aldatıcı etkisi
vardı. Bunlar düzgündü. Ama bazı harfler, bir türlü düzgün durmuyordu:
örneğin `F' harfi. Jose Martinez, ne kadar elinde evirip çevirdiyse de bu
aşikar `F' harfi olan şeyi bildiği düzgün şekle getiremedi. Ancak avucunda
sıkarken yaptığı şekli görünce herşeyi yıldırım hızı ile anladı, çözdü.
Bu yeni çıkmış olan, `Gutenberg' denilen o adamın meşhur (yirmi-bilmem
kaç) satırlık `İncil'i basmak için kullandığı araçtı. (Aslında yanılıyordu, ama
bunun önemi yoktu. Zira Gutenberg'in makinasi çok daha ilkeldi) Kasabaya,
dükkanının olduğu yere koştu. İnsanların çoğu Jose Martinez'i severdi.
Neden sevmesinlerdi ki, çoğu fakirdi ve bu eski papaz yeni berber onlara
hoş gelen, tam anlamadıkları ve içlerinde biryerleri ısıtan şeyler söylüyordu.
Onlar anlamadıklarını sanıyorlardı, ama aslında bal gibi de anlamaktaydılar,
sorun söylenenlerin alışık oldukları gündelik düzene pek bir aykırı oluşunda
idi. Yardım istedi. Çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu 5-6 kişi kıyıya
vardıklarında bir an durdular. Hiç tanımadıkları garip birşey kumsalda
yatıyordu.
Jose Martinez `hadi' diye bağırdı, koştu. Bir çırpıda, sanki birileri kapıp
kaçacakmış gibi, bulduklarını berber dükkanına taşıdılar.
Bunu izleyen günlerde Jose Martinez aleti anlamaya çalıştı. Kurdu, yağladı.
Bazı baskı denemeleri yapmaya başladı. Ancak iki temel sorunu vardı.
Mürekkep ve kağıt. Mürekkep göreceli olarak daha kolay bulunuyordu.
Ancak kağıt yalvar yakar bulunan bir iki sayfadan öteye geçemedi. Bir yolla
kağıt imal etmesi gerekiyordu. Öykümüz, bir kağıt imali öyküsü de değil,
ne yazık ki. Özetle aradan bir yıl geçti. Bu bir yıl boyunca Jose Martinez
gevezelik boyutuna vardırdığı konuşmalarla herkese kağıt hakkında bilgi
sordu. Sonunda yanıt bir gemiciden geldi. Uzakdoğuya yapılan bir seferin
dünüşünde kağıt da taşımışlardı. Yüklemeyi yaptıkları kağıt imalathanesinde
genç kızların büyük eleklere peltemsi birşey koyduklarını, dikkatlice bir ileri
bir geri salladıklarını, sonunda ince eleğin üzerinde yumuşakça bir katmanın
kaldığını, bunun biraz bekletildikten sonra elekten alındığını, oluşan şeyin
ıslak kağıt olduğunu, asılmak sureti ile kurutulduğunu anlattı. Ne kadar
sıkıştırdıysa da denizci peltenin ne olduğunu söyleyemedi. Ancak eski
papaz yeni berber bir yıl boyunca akıllıca her yolu denedi ve azbuçuk işe
yarar bir pelte imal etti. Çok ince çektiği kuru odunu bir hafta boyunca
adanın içlerindeki gölün kıyısında bulduğu ve ıslanınca kayganlaşıp eli
tahriş eden o ağartıcı beyaz madde ile kaynatıyor, daha sonra içine bir
miktar sirke ve nişasta katıyor, kaynatmaya devam ediyordu. Bazen
bulduğu sığır kemiklerini de kazana atıyor, kokusuna zorlukla tahammül
edip kaynatma işlemini haftalar boyu sürdürüyordu. Sonunda başardı.
Elde ettiği pelte gerçekten de tarif edildiği gibi eleğin üzerinde ince bir
katman olarak kalıyordu. Eleği sallamak ise ayrı bir hünerdi. Çok rahatlıkla
dağlı tepeli garip şekillerden oluşan bir `sanat şaheseri' kalabiliyordu eleğin
üzerinde. Sağlam çıkanlar kurutuluyor ve özenle istifleniyordu. Bozuklar
yeniden kazana dönüyordu. İmal ettiği kağıt biraz kabaydı ama ondan öte
ilginç bir özelliği vardı: kokuyordu. Bu biraz muhallebi biraz sığır derisi
arası bir koku idi. Ama o çağda bu kadarı kesinlikle başarı sayılırdı.
Jose Martinez tabii ki bütün bu emeği boşuna harcamıyordu.
Bir amacı vardı. Gayet iyi biliyordu ki, yalnızca berber koltuğuna
oturttuğu kisilerlerle gevezelik etmek sureti ile fikirlerini yayamaz,
insanları ikna edemez. Bundaki en önemli etmen insanların berbere
tıraş olmak ve bir anlamda zaman geçirecek boş konuşmalar yapmak
veya başka şeyler düşünüp söylenenleri algılamadan kafa sallamak
için geliyor olmaları idi. Oysa kiliseye geldiklerinde hiç de öyle
olmazdı. Jose Martinez konuşmalarının sonunda insanların aklında
soru işaretleri uyandırdığını kiliseden ayrılırkenki düşünceli yüzlerden
anlıyordu. Ayrıca etkinliğinin kanıtı da ortadaydı: işte onu papazlıktan
ayrılmak zorunda bırakmışlardı. Etkinliği olmasa bunu neden yapsınlardı ki?
Bir yandan kağıt imal ederken bir yandan basacaklarını tasarlıyordu.
İnsanlara gündelik yaşamları hakkında, olan bitenler hakkında bilgi vermek
gerek, ayrıca bir yandan da kutsal kitabın sözlerinin derin anlamını
açıklamak gerek, diye düşünüyordu. Gündelik şeylerden söz edilecekse
bu kitap gibi birşey olamazdı, ayrıca buna kağıt da yetmezdi.
Basit tek yapraklık birşey olmalıydı. Jose Martinez yapmak istediği
şeye ne diyeceğini adlandıramıyordu.
Hiç bunun örneğini görmemişti ki. Yazılı şeyleri düşündü, gözünün önüne
getirdi. Hepsinin bir başlığı vardı, hatta kitapların `adı' vardı. Bu tek yapraklık
baskısına bir ad buldu, düşüne taşına.
LOS HECHOS DEBOJO DE LA CUPULA |
---|
yani `Kubbenin Altındaki Gerçekler'.
Baskı makinasını bulduğunun üzerinden 14 ay geçmişti. Ve herşey hazırdı.
İlk sayısını büyük bir özenle baskıya hazırladı. Şimdiki kavramı ile `manşet'
diyeceğimiz yerde İncilin Yaratılış bölümü bab 1 den alınma Latince
şu cümle yer alıyordu.
“Et creavit Deus hominem ad imaginem suam ad imaginem
Dei creavit illum masculum et feminam creavit eos''
Yani “Ve Tanrı insanı kendi görüntüsünde yarattı, kendi görüntüsünde
Tanrı kendisini; erkek ve dişiyi yarattı''
Bu cümle belki de onu tüm İncilde en fazla etkileyendi. Tanrısal olmak, onun
gücünü paylaşmak. Bu başlığın altında kendi görüşleri doğrultusunda bunun
yorumu vardı. Yorumu kaleme alırken hiç zorlanmamıştı. Gittikçe artan bir
coşku ile tüy kalemi k
ağıdın üzerinde sözcükleri şekillendirmiş, sonra bir
defa bile gözden geçirmeye gerek duymaksızın, güvenle yazıyı dizmişti.
Yazı özetle, bu cümleden hareket edip, Tanrıyı anlamanın kendimizi
anlamaktan geçeceğini irdeliyordu. Bu arada dikkatlice `şeytan' bağlantısını
da yapmış böylece okuyanların her türlü aptallığı ve kötülüğü tanrının özelliği
gibi algılamasına da kendince engel olmuştu. Ancak vurguladığı bir nokta
onu epey düşündürdü. Jose Martinez “İnsanın doğuştan iyi ve günahsız
olduğuna'' inanıyordu. Bu Vatikan öğretisine tersti. `Umarım başım bundan
belaya girmez' diye düşündü ve baskıya geçti. Tam 256 adet bastı. Bunları
teker teker kuruttu. Çırağı ile tek tek ada merkezindeki bütün evlere dağıttı,
bedava olduğunu vurgulatmayı da unutmadı.
Gelişen günlerde yazılarını daha da geliştirdi. Artık İncil alıntıları ve
açıklamaları yanında ahlaki öykülere de yer veriyor, tarihsel olaylardan
söz ediyordu. Arkadaşı Garcia Guerra'nin kitabı “Sucesos de Fray'' dan
alıntı öyküler ve en önemlisi kıta Avrupasında din çevrelerinde ciddi
tartışmalara neden olan Gaspar de Villarroel'in
“Historia sagradas y eclesiasticas Morales''
komik anlatımlı kurgu-tarihsel öykülerini özenle kendi yorumunu da altına
ekleyerek basıyordu. Birşeyin çok çabuk farkına vardı Jose Martinez, ilgiyi
sürekli sıcak tutmak için öyküleri bölerek yayınlamak gerekliydi.
Kahramanın (çoğunlukla ahlaki olan) karar vermelerinden önce öyküyü
kesiyor, bir sonraki sayıda bununla devam ediyordu. Böylece akşamları
yapacak şeyi pek olmadığından canı sıkılan ada ahalisine de sohbet konusu
doğuyordu. Meyhanelerde sıkı tartışmalar olmaya başlamıştı, akşam üzerleri.
Tarihi kahraman sevdiği kadın uğruna karısını terk etmeli miydi? Ayrıca
savaş da çıkmıştı, kahraman sevdiği kadınla zaten birlikte olabilecek miydi?
Evlilik yaşam boyu verilmiş bir sözdü! Hayır–kahraman eski Yunanda
yaşıyordu, onlar hıristiyan değildi ve bu onlar için geçerli olmayabilirdi…
İnsanlar ilk kez yazının soğuk yönetim duyuruları dışında da kullanılabildiğinin
farkına vardılar. Yazı ile öyküler anlatılıyordu, yeni öyküler, kendilerini
kahramanlarının yerine koymak için can attıkları yürekte taze bir heyecanla
okunan öyküler. Jose Martinez zeki bir adamdı. Yavaş yavaş öykü ve
tarihsel anlatımlarla insanların heyecan, merak ve hayal kurma duygularını
gıcıklıyor, bir yandan da (papaz alışkanlığı ile) her öyküde bir anafikir
bulunması, bir `sentez' oluşturulması çabası gösteriyordu. Tabii ki
kendi düşüncelerinin doğrultusunda bir `sentez'di bu.
Günler geçtikce öyküler kişisel olmaktan çıkıp toplumsal olmaya başladı.
Artık öyküleri de kendisi yazıyordu. Bir yazdığı öyküde kendi safahatı için
ağır vergi koyan bir krala karşı direnen bir köyün öyküsünü anlatıyor,
direnme (her nasılsa) diğer köylere yayılıyor sonra da köylüler ayaklanıp
kralı alaşağı ediyorlar ve hatta `şeytan def etme' işlemine tabi tutuyorlar.
Öykü bekleyeceğiniz üzere İncilden alınan cümlelerle süslenmişti.
O sakin I Manuel Rodriguez adasında ufak ufak birşeyler olmaya başladı.
İlk olay valinin duyurularının aşıldığı direkteki
`Pazar yerinde oluşacak belirli bir miktarın üzerindeki
alışverişlerden yönetimin vergi payı alacağına dair'
duyurunun üzerine geceleyin hain ellerce manda pisliği bulaştırılması oldu.
Bu adadaki ilk protesto eylemi idi. Adanın halim selim valisi ertesi gün
yapılan yortu şenliğindeki konuşmasını fırsat bilip, adadaki huzurdan söz
etti, herkesin kardeşçe yaşamasından, tanrısal kaderden söz etti.
Adanın yeni papazı da herkesi kutsadı, bedava şarap dağıtıldı. Yenildi içildi.
İkinci olay gemilere yük yüklenmesi ile ilgili çıktı. Yönetimin onayladığı yük
taşıma tarifesini az bulan taşıyıcılar yüklemeleri yapmadılar. Yapmaya hazır
olan daha fakir `grev kırıcılarını' da bir güzel dövdüler. Askerler olaya
el koydu, elebaşılar derdest edip götürüldü. Tutuklandığında ırtına yaralı
bir arkadaşı yüklenilip götürülen eylemcilerden birinin (pek de alışık
olunmadığı üzere) geride kalan arkadaşlarına, bir tarihi kahraman edasıyla
“Tanrının oğlunu kendi kendilerine
çarmıha geriyorlar.''
diye seslendiği duyuldu.
Bu olayı irili ufaklı başka eylemler izledi. Yönetim –biraz geç de olsa–
birşeyler yapmak kararına vardı. Vali Juan Goytisolo'nun yardımcısı
Rey Creer valinin tersine radikal ve girişken bir karaktere sahipti.
Ona kalsa `yasaklayacaktı'. Jose Martinez'in birşeyler basmasını,
ada ahalisinin bunları okumasını yasaklayacaktı. Gerekçe de yüzyıllar
boyu aynı kalmış olan gerekçe: Huzursuzluğa neden olmak… karışıklık
çıkarmak… vs. Allahtan Juan Goytisolo bu kolay çözüm tuzağına
düşmeyecek bilgelikte bir kişi idi. Basitçe `Olmaz' dedi. `Şiddet' yoluyla
olmaz. `Git, yasaksız, şiddetsiz bir çözüm bul'. Rey, içinden `bunak ihtiyar!'
diye söylendi. Ancak ortalıkta hep Juan Goytisimo'nun pek tekin olmadığına
dair söylentiler dolaşır dururdu. `Herhalde kraliyet ile olan kan bağından
olsa gerek', diye düşündü. Ama çekinmeden de edemedi. `En iyisi
istediğini yapmak!' Bütün bir gece boyunca düşündü, durdu. Hatta
her zamanki gibi nişanlısının evine akşam yemeğine bile gitmedi.
Bir adamını yolladı ve yorgunluğunu bahane etti, özürlerini iletti.
Aklına türlü çeşitli yollar geliyordu, örneğin para ile Jose Martinez'i
satın almaya çalışmak, kağıtlarını yakmak (yok, yok bu olmazdı…
şiddet kullanmayacaktı), kağıtların hepsini satın almak, benzer bir
yayın çıkarmak, kilisede eski papazı yeni papaza eleştirtmek, hatta bunu
açık bir forum halinde yapmak, hergün askeri birliğin erlerini traş
olmaya yollamak –ki böylece Jose Martinez'in hiç boş zamanı
kalmasın. Tüm bu fikirlerini kendisi çürütüyordu. Jose Martinez bir inanç
adamıydı satın alınamazdı, bunu biliyordu, kağıtlarını da satacak kadar aptal
değildi, yeni papaz ahmağın tekiydi, Jose Martinez onu yerden yere
vururdu –yani forum fikri intihardan beterdi. Bu düşüncelerle sabahı etti.
Sabah giyindi ilk iş olarak valinin yanına çıktı. Durumu dürüstçe anlattı.
Aklına gelen fikirleri kendi eleştirileri ile birlikte ortaya koydu.
Bitirince uzunca bir sessizlik oldu. Vali `öyle bir şey olmalı ki insanlar
kendi istekleri ile vaz geçmeliler, hatta daha iyisi değer vermemeliler
artık' dedi. Bu son cümle ile vali yardımcısı Rey Creer'in beyninde bir
şimşek çaktı (hep de öyle olur değil mi?).
Takip eden günlerde yönetim duyurularının asıldığı yerde düzenli bir bilgi
ve dikkat yarışması düzenleneceği duyurusu asıldı. Her hafta yüklüce bir
miktar, ödül olarak verilecekti. Bu miktar bir adalının yaklaşık 6 aylık gelirine
eşitti ve azımsanacak gibi değildi. İlk soru 1643 yılının Ocak ayında duyuru
direğine
asıldı:
- Geçen yortu töreninde sayın vali kaç kadeh şarap içmişti?
Bunu diğerleri izledi:
- Geçen hafta (2 Şubat 1643, Perşembe) günü ada
açıklarından kaç adet 5 direkli gemi geçti?
- Geçen yıl adamıza da gelen gezici eğlence gurubunun en
- 1638 yılında adamızı ziyaret eden ülkemiz amiralinin
- Adamızda kaç koyun var (geçen hafta bugün itibarı ile) ?
genç kadın artistinin köpeğinin adı ne idi?
isimlerinin baştan sayıldığında 6. sı neydi?
Tabii beklediğiniz şey oldu. Tüm adalı zamanını aval aval oraya buraya
bakınmayla, otistikler gibi düğme, merdiven basamağı, varil saymayla,
her türlü lüzumsuz bilgiyi ve gözlemi edinmeyle geçirmeye başladı.
Sorular tabii ki çok günceldi! Hep de yahu … tam da … nasıl da unutmuşum,
hay allah, falan dedirtiyordu. Meyhanelerde sorular, eski sorular,
eski soruları bilenlerin nasıl bildikleri, bilenlerin ballandıra ballandıra
anlattıkları, uç uça eklenen anılar, ve bir sürü buna benzer boş konuşma
kupa seslerine karışır oldu. Jose Martinez mi? O inatla baskı makinesi
ve incil yorumları ile uğraşmayı sürdürdü. `Delalet içindeki kavmin
öyküsü'nü yazdı.
Kimse berber koltuğunda artık ona kulak bile vermediğinden, ve insanlar
kibarca, dağıttığı kağıtların üzerine acaba birşey basmadan verebilir mi?
diye rica ettiklerinden (not almak için daha fazla yere ihtiyaç varmış),
biraz küstü. Ama savaşçı ruhundan birşey kaybetmeden o günlerin de
geçeceğine ve insanların onun anladığı biçimde `hak yoluna' ereceklerine
inanmaya devam etti. 1661 yılında, gözleri görmez oldu, artık okuyamıyor,
yazamıyordu. 1664 yılında öldü.
1994
Londra